MUALLİM AHMET RIFKI VE SELAHATTİN ADİL EFENDİ

MUALLİM AHMET RIFKI

Vefa Lisesinde Fransızca öğretmeni olarak görev yapan Ahmet RIFKI, 30 yaşlarında, aynı semtte bulunan evlerinde annesiyle oturuyordu. Galatasaray Lisesinden birkaç defa görev teklifi almıştı ama, önemsemedi. Muhitini seviyor, daha doğrusu mektebini çok seviyordu. Onu Vefa’ dan ayıramadılar.
1915 yılının Mayıs ayı. Ahmet Rıfkı her zamanki gibi çantası elinde, mektep kapısından içeri girdi; koridorlarda bugün bir başkalık ve sessizlik vardı. İlk ders birinci sınıflaraydı. Sınıfa yöneldi, sınıf sanki bir ölü sessizliğine bürünmüştü. Çocukların yaramazlıkları, gürültülü seslerini duyamıyordu. Kapıyı açtı ve hemen kapadı. Sıralarda çocuklar oturmuş, başlarını önlerine eğmişlerdi. Selam verdi, çocuklar bu selama karşılık ayağa kalkıp cevap vermediler.
Ahmet Rıfkı fena sarsılmıştı. Mutlaka bunun sebebini öğrenmeliydi. Sınıfa döndü. “Rica ediyorum, lütfen biriniz konuşun” dedi. Arka sıralarda oturan Ömer ayağa kalktı:
“Muallim Bey, mektebimizde ve mahallemizde eli-ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ ye gönüllü gittiler. Siz ise, hala buradasınız. Biz de gitmek isteriz ama, yaşımız tutmuyor” dedi. Muallim Ahmet Rıfkı, hiç düşünmediği bir sual ile karşılaşmıştı. Sınıfta derin bir sessizlik hakimdi. Ve sonra:
“Sevgili yavrularım, insanlığın her döneminde olduğu gibi bu devirde de ve daha ziyadesiyle sizin eğitim ve öğretime muhtaç olduğunuz bugünde, milli ve medeni terbiyeyi veremiyor muyum?” Bu sözler muallim beyin ağzından boğuk boğuk dökülüyordu… Ön sırada oturmakta olan Avni:
“Muallim Bey, sevgili İstanbul elden giderse, sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar, söyler misiniz?” Muallim Ahmet Rıfkı’ nın konuşacak hali yoktu! Ama kendi kendine neler neler söylemiyordu ki; yüreği bir derin uçurum, kafası bir cehennemdi. Ve şöyle diyordu:
“O dakikadan itibaren artık büsbütün başka bir adamdım. Kendi kendime: Gideceğim, diyordum. Çanakkale bayrağının altına gireceğim. Allah aşkına, vatan ve namus aşkına açılmış bayrağın altına… ve bu kararı verirken ilk defa dini menkıbelerin naklettikleri Şahadet vakalarının tadını, güzelliğini anlıyordum. Bir iman yoluna yananların, eti cımbızla koparılanların veya çarmıha gerilen veya Hz. Hüseyin gibi Kerbela’ da susuzluktan can verenlerin yüzündeki yiğitçe sükunet artık bana ayan olmuştu. Gidecektim, Çanakkale bayrağının altına gidecektim. Ben gideceğim yeri ve yapacağım işi biliyorum. Mukadder ve mübarek yolu gözlerim önünde, yakın ve aşina, serilmiş duruyordu. Hiç şüphesiz, bu yol, yeşil gövdeleriyle dümdüz uzanan iki yolu ağaçlı yol değildi. Tersine, yalçın kayalar arasında baş döndürücü tepelere doğru kıvrıla kıarıla tırmanılan dik ve dikenli bir yokuştu., birden bire okunaklı hale gelen bir alınyazısının sert ve yılankavi çizgilerini görüyordum.”
“Talebelerimden duyduğum sözler; içimde büyük bir coşkunluk kaynağı oldu. Bu sözleri kutsal bir muska gibi katlayıp koynuma sokuyorum. Bu muskada yazılı her bir satırda, her bir kelimesinde ayrı bir hikmetin, ayrı bir hakikatin sırrını keşfediyordum. Baş döndürücü tepelerin ardında, yığın yığın kara bulutlar arasından bir ışık, fırtınalı denizde bir fener aydınlığı gibi bana işaret veriyordu; bu Müslüman Türk Milletinin yüksek İnancıydı. Batan geminin son duasını mırıldanan kazazede gibi kendi kendime, durmadan Çanakkale, Çanak-kale diye adını tekrar ediyordum.”
“İşte ben Çanakkale’ ye doğru, bu ruh hali içinde, kendi Kaderimi, kendi elimle bir ayna gibi tutarak böylece yürüdüm. Teneffüs ettiğim havada, hilkatin ilk devrelerinin billur safiye- tinden bir şey vardı. Yürüyordum. Yürüdükçe gücüm, kuvve- tim artıyordu. Yürüdükçe büyüyordum, yürüdükçe olgunlaşıyordum. Ve derimle etim, iskeletimin üstünde çelikten bir zırh gibi sertleşiyor, ayaklarım demirleşiyordu. Böylece sık bir düşman süngüsü ormanının içinde hiçbir yanım sıyrılmadan, hiçbir yanım kanamadan geçip gidiyordum.”
Ahmet Rıfkı ağlıyordu. Mektep idaresine dilekçesini verdi. Vedalaştı… Evine geldi, annesine durumu kısaca anlattı: “Anneciğim, Hakkını Helal Et” deyip ellerini öptü.
Mahallenin bakkalı Selahattin Adil Bey’ e uğradı: “Selahattin amca, anamı iaşesiz bırakma, düşman hançerini Çanakkale’ nin bağrına saplamış, onu çıkarmaya gidiyorum. Dönüşte borcumu öderim” dedi. Ahmet Rıfkı İstanbul’ da çok kısa bir eğitim gördü. Ve sonra Çanakkale…
3. Kolordu Harekat Şubesi emrine verildi. Komutanı Şube Müdürü Bursa’ lı Mehmet Nihat’ tı. Ahmet Rıfkı, Kasım ayının ortasına kadar karargahta bulundu. Daha sonra, cephede eksilen subay kadrosunu tamamlamak üzere Bölük Komutanı olarak Düztepe’ de bulunan birliğine katıldı.
Düşman, 19 Aralık günü Arıburnu ve Anafartalar Bölgesi’ ni gizlice terk etmişti. Bu sırada, düşmanın döşediği mayınlar birliklerimize bir hayli zayiat verdirmişti. İşte bu mayınlardan bir tanesi de Ahmet Rıfkı’ ya isabet etti. İngilizlerin hain tuzağına düşen Ahmet Rıfkı, 19 Aralık günü saat: 08.20’ de Şehidlik mertebesine ulaştı. Şimdi o, Sarıbayır’ ın Batı kısmında huzur içinde yatmaktadır.
Ahmet Rıfkı’ nın önce mektupları kesildi. Sonra, Şehidlik haberi ulaştı İstanbul’ a… Annesi Ayşe Hanım, evden çıkmış bakkaldan içeri giriyordu:
“Selahattin Adil Efendi, biliyorsun oğlumun Şehitlik künyesi bu sabah geldi, üzerinden çıkan eşyası, parası ve ikramiyesini bir heyet getirdi. İşte bu çıkının içinde, istedim ki, oğlum borçlu yatmasın; yaklaşık 7 aydır senden veresiye alırız. Utanır oldum! Ne yapalım, Allah’ ın Takdiri. Yap hesabını, al hakkını çıkının içinden.” Selahattin Adil Efendi, Ayşe Hanım’ ın bu açık yürekliliği karşısında:
“Ayşe Hanım, sen okuma, hesap bilmezsin. Komşunuz Ömer Faruk Bey’ in kerimeleri Gülşah’ ı getir de, hesabı çıkarıversin” der.
Ayşe Hanım biraz sonra Gülşah Hanım’ la beraber dükkandan içeri girdi. Selahattin Adil Efendi’ nin dükkanı her zamanki gibi arı kovanı; Maşallah müşterisi hiç eksilmez. Güler yüzlü, eli de oldukça açıktır. Hele, bayramlarda yetim çocukları sevindirmesi, onları giydirip, ellerini öptükten sonra da, ceplerine şeker doldurup evlerine göndermesi pek meşhurdur. Velhasıl, mahallede kendisini sevmeyen yoktur. Selahattin Adil Efendi, veresiye defterini Gülşah Hanım’ ın önüne koyup Ahmet Rıfkı bölümünü açtı.
Gülşah Hanım dikkatle baktı baktı! Gözleri buğulandı; defterin üzerine yazılmış, kırmızı renkli sırt sırta dizilmiş Arapça harfleri okuyamaz olmuştu. Boğazındaki nefesler düğümlenmişti. Gözlerindeki buğulu hal, birden bire yaşlara dönüştü. Gözlerinden dökülen her yaş tanesi, veresiye defteri üzerinde iz bırakıyor, o ıslaklık yazılmış olan rakamları da birbirine katıyordu. Sonra boğazında düğümlenen o hıçkırık çözüldü ve sesli ağlamaya başladı.
Ayşe Hanım şaşırmıştı! Olay neydi ki, Gülşah ağlıyordu? Dükkanın içinde bulunanlar da yanlarına geldiler. Herkeste bir şaşkınlık vardı! Sonra Gülşah Hanım eliyle veresiye defterinin sayfalarına kırmızı harfler ile yazılmış Arapça satırları gösterdi. Dükkanın içinde bulunanların hep bir ağızdan okudukları satırlar şöyleydi:
“Bu hesap, Çanakkale’ de Ahmet Rıfkı’ nın kanıyla ödenmiştir. Vesselam.” Selahattin Adil Efendi dükkanın içinde bulunan müşterilerine döndü:
“Biz devlet değiliz, devlet kadar güçlü olamayabiliriz ama; devletin erişemeyeceği noktalara, bizlerin ulaşması gerekir. Ahmet Rıfkı, bu vatan uğruna can verdi. Buna karşılık, biz birkaç parça mal vermekten çekinecek miyiz? Helal olsun! Hiç olmazsa, Allah katında bizlere şefaatçi olur” dedi. Ağlıyordu, gözyaşları yanaklarına süzüldü, onları saklarcasına başını döndürdü… Selahattin Adil Efendi, Ahilik terbiyesi almış gerçek bir esnaftı.

Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çanakkale Şehitlik Turu - Çanakkale Gezisi - Çanakkale Turları - Çanakkale Şehitlik Turları